Bir Antropoloğun Merakı: Gölmarmara’nın Sessiz Çığlığı
Bir antropolog olarak, dünyanın farklı coğrafyalarında insanların doğayla kurduğu bağları anlamaya çalışırken her göl, her dağ, her toprak parçası bana bir hikâye anlatır. Gölmarmara da bu hikâyelerden biridir; yalnızca bir su kütlesi değil, binlerce yıldır yaşamın, inancın ve kimliğin şekillendiği bir kültürel peyzajdır. Ancak bugün o kadim su aynası kurumuş, insan-doğa ilişkisinin en kırılgan yanlarını görünür kılmıştır. “Gölmarmara nasıl kurudu?” sorusu, sadece çevresel bir mesele değil; toplulukların kimlik, ritüel ve semboller üzerinden kurduğu varoluşun da bir yansımasıdır.
Su Kültürü: Yaşamın ve Kimliğin Aynası
Su, birçok toplumda kutsallığın ve sürekliliğin simgesidir. Gölmarmara çevresindeki köylerde yaşayan insanlar için göl, yalnızca bir geçim kaynağı değil, aynı zamanda bir “topluluk belleği” idi. Balıkçılık ritüelleri, mevsimsel kutlamalar ve göl çevresinde yapılan adak törenleri, suyun bereketini kutlayan sembolik davranışlardı. Bu ritüeller, suyun ruhuna duyulan saygıyı ve doğanın insanla kurduğu dengeyi temsil ediyordu.
Ne var ki son yıllarda gölün çekilmesiyle birlikte bu semboller de anlamını yitirmeye başladı. İnsanlar artık suyun değil, toprağın tozuna karışan hikâyeleriyle yaşıyor. Böylece bir topluluğun kimliği, sadece ekonomik bir kayıpla değil, kültürel bir sessizlikle de karşı karşıya kaldı.
Ritüellerin Kaybı ve Toplumsal Belleğin Çözülüşü
Bir antropolog için ritüeller, toplumların sürekliliğini sağlayan görünmez bağlardır. Gölmarmara’nın kuruması, sadece suyun değil, o ritüellerin de yavaş yavaş yok oluşuna tanıklık etmemizi sağladı. Eskiden göl kenarında yapılan “ilk balık” kutlamaları, gençlerin suya çelenk bıraktığı bahar ayinleri artık sadece yaşlıların anlatılarında yaşıyor.
Bu dönüşüm, toplumsal belleğin çözülüşünü de beraberinde getirdi. Ritüeller, kimlikleri birleştiren ortak dil iken; gölün yok olması, bu dilin sessizleşmesine yol açtı. Antropolojik olarak bakıldığında, bu süreç kültürel travma olarak nitelendirilebilir. Çünkü doğa, burada sadece çevre değil, “toplumsal kimliğin taşıyıcısı”ydı.
İnsan ve Ekoloji: Egemenlik mi, Uyum mu?
Gölmarmara’nın kurumasının ardında iklim değişikliği kadar insan müdahalesi de vardır. Tarım alanlarını genişletmek için suyun yönünün değiştirilmesi, yeraltı sularının aşırı kullanımı ve plansız sulama politikaları, gölü adım adım tüketti. Bu durum, modern insanın doğayla kurduğu “egemenlik ilişkisi”nin bir örneğidir.
Antropolojik açıdan bakıldığında, bu ilişki kültürel bir kırılmaya işaret eder. Çünkü eski tarım toplumlarında su, bir armağandı; bugün ise bir kaynak olarak metalaştırılmış durumda. Gölmarmara’nın sessizliği, bu dönüşümün sembolik yankısıdır — doğanın artık “bizimle konuşmaması” halidir.
Kültürel Çeşitliliğin Aynasında Bir Davet
Gölmarmara’nın hikâyesi, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın birçok yerinde yaşanan ekolojik ve kültürel çözülmelerin mikrokozmosudur. Bu nedenle bu hikâye, bizi kültürlerin çeşitliliğini yeniden düşünmeye davet eder. Her kültür, suyla, toprakla, rüzgârla farklı bir ilişki kurar; ama hepsi bir biçimde doğanın dilini anlamaya çalışır.
Belki de Gölmarmara’nın kuruması, insanlığın kendine sorduğu en eski soruyu yeniden gündeme getiriyor: “Doğayla birlikte mi, doğaya rağmen mi var olacağız?”
Sonuç: Suyun Ardından Kalan İnsanlık İzleri
Bugün Gölmarmara’ya baktığımızda sadece çatlamış toprakları değil, aynı zamanda kaybolan ritüelleri, sessizleşen hikâyeleri ve çözülmeye yüz tutmuş toplumsal bağları da görürüz. Bu kuruma süreci, sadece ekolojik değil, antropolojik bir aynadır.
Her kurumakta, bir toplumun yeniden doğma ihtimali de gizlidir. Eğer yeniden suyun ritmine kulak verirsek, belki bir gün Gölmarmara’nın yüzeyinde sadece su değil, kültürün yankısı da yeniden parlayabilir.
#Gölmarmara #Antropoloji #KültürelBellek #Ekoloji #ToplumveDoğa